Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?

ibrahim şamil
6 min readOct 7, 2022

--

Kitap yayıncılığı dünyasının bazı enteresan kodları vardır. En bilineni “genel okuyucu” denilen varlığı tartışmalı kitledir ki bu “hayal mahsulü” güruh, çoğu yayıncının satış beklentisine dayalı hatalı vehimlerinin bir ürünüdür. Bir kitap hiçbir zaman umumun gözbebeği olamaz. Hemen daima her kitap için özel bir hedef kitle söz konusudur.

Şimdi bu yargımızı okuyanlardan “Herkesin elinden düşmeyen bazı çoksatan kişisel gelişim kitaplarına ne buyrulur efendim?” diyenler bulunabilir. Evet, bazı kitaplarda genel okuyucu denen o soyut yığını kendisine çeken tanımlanması güç bir şeytan tüyü vardır. Burada devreye etkili bir pazarlama faaliyetinin ve bilhassa çeviri kitaplar söz konusu olduğunda medyatik trendlerin devreye girdiğini inkâr edemeyiz.

Bu yazıda, işte öyle şeytan tüyü olan kişisel gelişim kitaplarından biri üzerinde duracağım. Ne kör gözüne parmağım bir yergi yazısı olacak okuduğunuz ne de ölçüsüz bir övgü… Daima yapmaya mecbur olduğumuz gibi bir anlama çabası sergileyeceğiz: Hem kitabın mevzuu hem de bu kitap üzerinden yayıncılık dünyasına mahsus bir gerçeği.

***

Dr. Daniel Goleman, yıllarca New York Times’da beyin ve davranış bilimleri konulu makaleler yazmış ve Harvard Üniversitesi’nde ders vermiş 1946 doğumlu bir psikologdur. Duygusal Zekâ kavramını popüler hâle getiren ve neredeyse bütün kariyeri bu kavramın etkisinde şekillenen Goleman sayesinde kavram, kuramsal bir model olmaktan çıkıp küresel bir trend hâline gelmiştir. Profesyonel gruplara ve üniversite kampüslerinde öğrencilere konferanslar veren Goleman, Times’daki makaleleriyle iki kez Pulitzer Ödülü’nü kazanmış ve layık görüldüğü diğer ödüller arasında Amerikan Psikoloji Derneği’nin Kariyer Başarı Ödülü de bulunuyor. Daniel Goleman, Vital Lies, Simple Truths (Hayati Yalanlar, Basit Gerçekler), The Meditative Mind (Düşünen Zihin), The Creative Spirit (Yaratıcı Ruh), Working with Emotional Intelligence (İşbaşında Duygusal Zekâ, Varlık Yayınları), Primal Leadership (Yeni Liderler, Varlık Yayınları) ve Social Intelligence (Sosyal Zekâ, Varlık Yayınları) gibi kitapların da yazarıdır.

Dr. Daniel Goleman

Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir? beş bölüm ve altı ekten oluşuyor. Elimdeki kopyası 2011 yılına ait 34. basımı. Şimdi kitap hakkında genel bir okumanın yanı sıra özellikle dördüncü ve beşinci bölümler üzerinde yoğunlaşarak kitabın meselesini anlamaya çalışalım.

“Bir anlamda pek çok psikoterapi yöntemi, hayatın önceki dönemlerinde saptırılmış ya da tamamen eksik kalmış şeylerin telafisi için verilen bir özel derstir. O halde, duygusal becerileri besleyip yetiştiren şefkati ve rehberliği çocuklara daha ilk baştan sağlayarak, ileride bu özel derslere ihtiyaç duymalarını önlemek için elimizden geleni yapsak, daha iyi olmaz mı?”

Alıntıladığım paragraf, Goleman’ın ele alacağımız kitabında işlediği konunun özetini veriyor. Yazar kitabın bir başka yerinde “…akıl dışı olanın bilimsel açıklamasında kaydedilen ilerlemeyi izliyorum.” diyerek bilim dinine (scientific religion) inandığını hissettirse de büsbütün seküler bir anlayışın esiri ol(a)madığı, kitabın bütünlüğü içinde daha iyi anlaşılabiliyor.

Genel olarak kitap hakkında yapılabilecek ilk yorum, bir önceki paragrafta alıntıladığımız cümlenin işaret ettiği bağlamda, rahat bir üslupla yazılmış-çevrilmiş olmakla beraber çokça teknik bilgiyi muhtevi ve alışılagelmiş biçimde American-centric yazılmış olmasıdır. Bu durum kitabın bizdeki satış rakamlarını nasıl kazandığını anlamamızı güçleştiriyor mu? Hayır! Küreselleşmenin yer kürenin dört bir yanındaki insanları psikolojik olarak da aynı biçimde etkilemediği söylenemez ya!

Önsöz mahiyetinde yazılmış “Aristo’nun Çağrısı” bu kitabın kitapçı raflarında yer aldığı kategoride bulunan diğer kitaplardan az da olsa farklar içerdiğine dair bir umut veriyor: “Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.” (Nikomakus Etiği)

Yazar günümüz toplumundaki sapmalara ilişkin bir dizi çarpıcı örnek verdikten sonra kaygısını, “Sorulması gereken soru ise şudur: Duygularımızı akılla nasıl birleştirebiliriz, sokaklarımıza nezaketi, toplumsal yaşamamıza şefkati nasıl taşıyabiliriz?” diyerek okuyucuya duyuruyor. Bilimin bir otorite olarak, ruh dünyasının bu en uç noktasının (yani duygular âleminin) açık ve karmaşık sorularına cevap verebilecek; böylece insan yüreğinin haritasını çizebilecek konumda olduğuna içtenlikle inandığı belli yazarın.

“Fırsatlara Açılan Pencereler” başlıklı dördüncü bölüm, “Ailenin Potasında”, “Travma ve Yeniden Alınan Duygusal Dersler”, “Mizaç Kader Değildir” alt başlıklarından ve bu alt başlıkları besleyen ara başlıklardan oluşuyor.

Goleman, “Aile yaşamı bize ilk duygusal dersleri veren okuldur.” diyerek ailenin ruhbilimsel olarak altını çizdiği bu bölüm boyunca konunun derununa inebilmiş. Ailelerin sorunlu çocuk yetiştirme biçimleri hakkında söylediği, “…basit ihmalcilik, açıkça kötü muameleden daha fazla zarar verebilir.” tespitine katılmamak elde değil. Ayrıca bir çocuğun okula hazır olmasını ifade eden “nasıl öğreneceğine” dair yeteneğin yedi anahtar ögesi de mevcut eğitim sistemimiz anlamında üzerinde düşünülmeye değer: Güven, Merak, Amaç Gütme, Özdenetim, İlişki Kurabilme, İletişim Yeteneği, İşbirliği Yapabilme. Yine yazarın, duygusal açıdan yetersiz ebeveynlik tarzları arasında en sık rastlanan eğilimler olarak işaret ettiği: “Hisleri tamamen göz ardı etmek”, “Fazlasıyla serbest bırakmak”, “Çocuğu aşağılayıp hislerine saygı göstermemek”, etkilerini gündelik hayatımızda karşılaştığımız pek çok insanın karakterinde gördüğümüz sorunlu yetiştirme tarzları hakkında fikir verici niteliktedir.

***

İnsan beyninin keşfedilmemiş derinlikleri bize gelecekteki muhtemel teknolojik gelişmelerle yakalanacak zihnî kavrayış seviyesinin muştusunu veriyor. Temelde, daha sofistike bir yorumla bu durumun insanın varoluşsal anlamlandırma süreci için ipuçları taşıdığı da rahatlıkla söylenebilir. Hayatın her alanında yaşanan düalist (iyi-kötü/hayır-şer) mücadele ve sorunlu insanların diğerlerini sürüklediği duygusal çöküntüler ise bütün ilerlemelere rağmen kaçınılmaz. İşte Travma ve Yeniden Alınan Duygusal Dersler alt başlığında, yazar bu durumun muhtemel zararlı sonuçları üzerinde duruyor. Medyada sürekli benzerlerinden haberdar edildiğimiz, Kaliforniya’nın bir kasabasında 17 Şubat 1989’da yaşanan okul cinayeti (Purdy Olayı) türünden olayların her yaş gurubundan insanı nasıl da derin bir travmaya sürüklediğinin analizini bu kısımda bulabiliyoruz.

Goleman’ın aktardığı, Nörolog Joseph LeDoux’nun varsayımı ise yukarıda değindiğim zihnî kavrayış seviyesindeki gelişmelere ilişkin, üzerinde kafa yormayı gerektiren başka bir izah: “Duygusal sisteminiz bir kez bir şeyi öğrendi mi, onu bir daha hiç bırakmazsınız. Terapinin yaptığı, size onu kontrol etmeyi, yani neokorteksinize, amigdalanızı nasıl bastıracağını öğretmektir. Eyleme geçme eğilimi bastırılır; ama bu sırada o eğiliminizle ilgili temel duygunuz sindirilmiş bir biçimde saklı kalır.”

“Mizaç Kader Değildir” alt başlıklı bölümde, doğuştan bahşedilmiş kişisel özellikler kalıtımsal olarak taşınır kabulü karşımıza çıkıyor. İlginç bulduğum, çocukluktaki “budama” sürecine ilişkin kavramsallaştırma ise bu hamur çok su götürür dedirtecek cinsten:

“İnsan beyni, doğumda tam oluşmuş değildir. En yoğun büyüme çocuklukta gerçekleşse de beyin yaşam boyunca kendini biçimlendirmeye devam eder. Çocuklar, olgunlaşmış beynin barındırabileceğinden çok daha fazla sayıda nöronla doğar. “Budama” olarak bilinen bir sürecin sonunda, beyin daha az kullanılan nöron bağlantılarını yitirip en çok kullanılan sinaps devrelerindeki güçlü bağlantıları oluşturur. Fazlalık sinapsları elden çıkararak budamak, “sesin” nedenini ortadan kaldırarak beyindeki ses sinyali oranını yükseltir. Bu süreç hızlı ve devamlıdır; sinaptik bağlantılar saatler ya da günler içinde oluşabilir. Özellikle çocuklukta, deneyimler beyni heykeltıraş gibi yontar.”

Pozitivist tınısı olan bu kabulde, doğal yetenek olarak kabul ettiğimiz öznel kabiliyetleri nereye koyacağımız muhaldir. Bununla beraber doğuşta ‘tabula rasa’ hâlindeki insan zekâsının –büyük ölçüde- aile ve çevre gibi etkenlerle biçimlendiği yazarın önceki bölümlerde de değindiği üzere aşikârdır.

***

Nörologların bitmek tükenmek bilmeyen araştırmaları zekânın sınırlarını anlamakta yeterli seviyeye ulaşamamıştır. Duyguları sınıflandırmak sanıldığının aksine güçtür. Evrimci bir mantalitenin savunma içgüdüsüyle açıklanabileceğini iddia ettiği refleks hareketler örneğin, çok daha derin bir anlam boyutu ile izah edilebilir. Oysa Duygusal Okuryazarlık başlıklı kitabın beşinci ve son bölümünde yazar bunun aksini savunuyor.

Amerikan ekolü kitaplarda sıkça gördüğümüz sistem eleştirisi, beşinci bölümün ilk alt başlığı olan Duygusal Cehaletin Bedeli’nin daha ilk paragraflarında karşımıza çıkıyor. Yazarın bir öğretmenden alıntıladığı “Okul çocuklarının ne kadar iyi okuyup yazdığıyla, gelecek hafta hayatta olup olmayacaklarından daha fazla ilgileniyoruz.” şeklindeki Amerikan toplumuna ilişkin eleştiriyi kendi toplumumuza döndüğümüzde eğitim sistemindeki pek çok çarpıklıkla ve dayatmayla ilişkilendirmek işten bile değil. Eğitim meselesini, salt binaların sayısı ve heybeti ile okulda geçirilen yılların sayısını arttırmaktan ibaret gören bir zihniyetin, yetiştirdiği insanların ruhsal gelişimine de eğilmesini beklemek safdillik olurdu zaten!

Duyguların Eğitilmesi bölümü bana sorunun farkına varmış ama çözümsüzlüğün kaynağının çok daha yapısal olduğunu gördüğü için bunun bireysel çabalarla üstesinden gelinemeyecek güçlüğünü de fark etmiş birisinin çırpınışını tedai ettirdi. Öyle ya silah satışlarının alabildiğine arttığı, uyuşturucu tüketiminin vaka-i adiyeden sayıldığı bir toplumda özel kurslarla, iyi okullarla sıkıntının giderilebileceğini önermek başka nasıl izah edilebilir ki? Kitabın son cümlesi olan “Bunu bugün yapmıyorsak, ne zaman yapacağız?” sorusu işte bu yüzden havada kalıyor…

***

Bu yazıda 40’ı aşkın dile çevrilmiş ve milyonlarca satmış bir kişisel gelişim kitabını ele aldık. Aslında bilimsel bir metin olan ama yayıncısının kişisel gelişim kategorisinde pazarlamayı uygun gördüğü bir kitaptı bu. Bir kitabın çok satıyor oluşu elbette ki seviye kazandırıcı, okuyanları geliştiren ve gerçekten bilimsel bir eser olduğunu göstermez; aksini de göstermediği gibi… Ne ki ele aldığımız örnekteki gibi arka planı güçlü, çalakalem yazılmamış, birikime dayalı eserlerin de değerleriyle bağdaştırılamayacak bir surette tüketildiğini söyleyebiliriz. Bunda yayıncının kitabı konumlandırış biçiminin etkisi inkâr edilebilir mi? Ayrıca ağırlıklı olarak viral reklamın etkisiyle satın alınan bir kitap kaç okuruna, ne ölçüde katkı sağlayabilir ki?

Goleman’ın kavramsal düzeyde çokça atıfta bulunulan kitabının popüler olmasından dolayı suçlanması haksızlık olur ama bu bizi söz konusu kitabın pek çok yönden ve derinlemesine eleştirilmeden; dolayısıyla yeterince anlaşılmadan tüketildiği gerçeğini görmekten uzak tutmamalıdır.

Kitabın Künyesi

Orijinal Adı: Emotional Intelligence (Why It Can Matter More Than IQ)

İlk basım tarihi: 1995 (Türkçede ilk basımı 1996)

Türkçesi: Banu Seçkin Yüksel — Osman Deniztekin

Yayınevi: Varlık Yayınları

Sayfa Sayısı: 420

--

--

ibrahim şamil

editor, instructor, communication sciences phd candidate