Popüler Kültür Tahayyüllerimiz ya da Anladığını Vehmetme Tehlikesi
Popüler, (populaire) halka ilişkin olan; yaygın, ünlü ve çok satan kültürel fenomenleri ifade eden bir kavram. Popüler, yani geniş toplulukların beğendiği, yeğlediği, tükettiği, ürettiği, gözde davranışlar, ölçüler ve kültür ürünleri… Çabuk kabul gören, derinliği olmayan vakaları bu kapsamda düşünebiliriz. Örneğin şöyle bir haberi heyecan verici bulan kişiler bize, popüler kültürün ne olduğu hakkında fikir verebilir: “Akıllı telefonlarda yer alan ‘emoji’ adlı sembollere kısa bir süre içinde siyah tenli emojiler de eklenecek.”
Popüler kültüre, yüzeydeki ışıltılı kabuğu kazıyıp da tebaanın ve güçsüzlerin kültürü olarak yaklaşırsak toplumsal sistemimize ilişkin egemenlik ilişkilerinin göstergelerini apaçık görebiliriz. Ne tuhaftır ki popüler kültür aynı zamanda toplumsal hegemonyalara direnmenin, onlardan sıyrılmanın emarelerini de taşıyor. Bu, popüler kültürün çelişkisidir. Peki, popüler buysa “halk kültürü” nedir?
Güzeli çirkinden ayırma yetisi anlamındaki beğeni (zevk, gusto), insanın yaratılıştan sahip olduğu bir yetenek değil, emek sarf ederek elde edilen bir olgudur. Bu olgu üzerinden popüler olanla olmayan arasında yapılagelen bir ayrıma gidebiliriz: Beğeni için emek isteyenle böyle bir emek talep etmeyen kültür ürünleri. Bu ayrım tutarlıysa günümüzde yüksek kültür-alçak kültür ayrımı ne ölçüde gerçekçidir?
Kerameti kendinden menkul bir yüksek kültür ürünü olamayacağına göre, öznenin esere ilişkin idrakinin belirleyici olduğu söylenebilir. Peki, Walter Benjamin’in ifadesiyle, zaten mekanik yolla çoğaltılarak aurasını yitirmiş endüstriyel kültür ürünlerini kitlenin idrakine sokan hegemonyaya karşı tutumumuz ne olmalıdır? Ya da şöyle soralım: Popüler kültürün içinde yer almadan popüler kültüre direnmek mümkün müdür?
***
Ana akım medyanın sıradanlaştırıcı ve sürüleştirici etkisini nasıl inkâr edebiliriz? “Şu filme gittin mi?”, “Bu kitabı okudun mu?”, “O düşünürü tanımıyor musun?” vs. Medyanın bütün konvansiyonel bileşenlerine ek olarak siber âlem uzamıyla perçinlediği başat rolüyle pek çok insan büyük bir iştiyakla felsefe, din ya da sanat alanında enformasyon ediniyor. Bu, eleştirellikten yoksun son derece yüzeysel bir enformasyon edinme biçimi ve günümüzde giderek tırmanan yeni bir patolojiyi de tetikliyor: Anladığını vehmetme tehlikesi. Bu noktada biraz daha okumuş, biraz daha elit; alım gücü bir parça daha yüksek bir kitleden söz etsek de sürü zihniyeti aynen geçerlidir.
Kültür endüstrisinin kendini çoğaltırken başvurduğu ilginç yöntemlerden biri olan klasiklerin kısaltılmış basımları (abridged edition) üzerinde düşünmek ilgi çekici çıkarsamalar için işimize yarayabilir. Bir yapıtın -ki genellikle klasik niteliğini haiz bir yapıttır bu- anlamı ve değeri değişmeden, ayrıntıları kısaltılarak hazırlanmış nüshalarının yayınlanması, yayıncılık sektöründe sıkça başvurulan bir yöntemdir. Oysa hangi alanda, türde ya da dilde olursa olsun bir metnin yazarı dışında birileri tarafından hangi koşullara göre kısaltılabileceği tartışmalıdır. Her satırı itibariyle döneminin esaslı bir eleştirisi niteliğinde olan bir yapıt, örneğin Don Quixote, nasıl özetlenebilir? Elde edilen özet, artık bambaşka bir metin değil midir?
Kısaltılmış basım örneği bize bir şey daha söylüyor: Popüler kültüre mal olan bir yüksek kültür ürünü, ancak belirli bir aşınmayı göze alarak görünürlüğünü koruyabilir. Bu yargının her zaman ve her durumda geçerli olup olmadığı ciddi bir analize muhtaçtır.
Sen Nasıl Bir Şeysin Arabesk?
Dünya ölçeğinde (yani gerçekten küresel anlamda) popüler sınıfına sokacağımız bir şey bulmak sanılanın aksine kolay değil. Piyasa odaklı tüketim kültürünün tetiklediği teknolojiler akla geliyor ama bunların da belirli bir alım gücü, kullanım bilgisi ve altyapı gerektirdiği açıktır. Popülerliğin evrensel olmamasına müzik anlayışı üzerinden bir örnek verecek olursak senfonik müzik işimize yarayabilir. Türkiye’de bu müzik türüne ilişkin yaygın algıyı uzun uzun izah etmeye gerek yok. Almanya’da ise en fazla sevilen müzik türü listesinin başında senfonik müzik yer alıyor. Bu durumda Almanlar açısından klasik müziğin popüler bir müzik türü olduğunu söylemek yanlış olur mu?
Arabesk müzik, Türkiye’de popüler kültürün karakterini anlamak için, hâlâ önemini koruyan bir olgudur. Arabesk tartışmasının süregelen biçimi, yok saymaya ve dışlamaya dayalı yanlış bir yön dışında bu popüler olgunun yalnız kültürel metalarını değil, aynı zamanda halkın bunları tüketme biçimlerinin araştırılmasını ihmal eden bir tutumun zafiyetini taşıyor. Oysa arabesk gibi karmaşık bir olgu etrafında yapılacak eleştirel bir tartışma, yazının bu kısmına kadar yönelttiğimiz sorulara ilişkin tutarlı bir bakış açısı edinmemize olumlu bir katkı sağlayabilir.
Halkın en alt kesiminden gelen sanat ürünleri bir süre sonra yüksek kültürün parçası hâline gelebilir. Tango ve caz böylesi iki örnektir. 19. yüzyılın başlarında Buenos Aires’in umumhanelerinden çıktığı rivayet edilen tango, Arjantin’in en düşük kesimlerinin, yoksul ve sosyal haklardan mahrum kaybedenlerinin ürettiği; arabesk müziğin güfteleri ile karşılaştırıldığında hayal bile edilemeyecek denli argo sözler ve maço hareketler içeren bir dans ve şarkı türüyken günümüzde doğduğu toprakları tanımlayan müthiş bir kültür fenomeni olarak karşımızda durmaktadır.
Keşfedildiği toprakların dışına 20. yüzyılın başlarında çıkan caz ise Amerikalı siyahi madunların, Afrika kökenlerini yansıtır tarzda tenekelere vurarak ya da tarlalarda çalışırken ürettikleri bir müzik türüyken günümüzde klasik müzik ayarında görülmektedir. Portekiz’in Fado’su, İspanya’nın Flamenko’su… Popüler niteliklerinin dışında hiç kuşkusuz karmaşık ve yoğun bir arka plana sahip bu müzik formları (tüm ilişkili kültürel bileşenleriyle) çağımızda küresel kültür varlığının bir parçasıdır.
Demek ki toplumun tabanından yükselen bir müzik zaman içinde genele ve bu arada yüksek kesimlere nüfuz edebiliyorken, çok elit denilen bir müzik de halka mal olabilir. Tabii bu noktada kimi kültürel ürünlerin, onlardan elde edilecek yarar için değil de toplumsal statünün bir belirtisi olarak, züppelik amacıyla tüketilmesi anlamındaki “gösterişçi tüketim” eğilimine de dikkat çekmek gerekiyor. Bu eğilim, kitle toplumu analizlerde her zaman hesaba katılması gereken bir faktördür.
Arabeskin, son tahlilde, bir takım ilkel (depresif, çarpık bir kader anlayışını yansıtan) ya da tartışmalı duyguları (nefret, acı, ölüm arzusu vs.) kışkırtan bir tarafı olduğu söylenebilir. Bu, esasında her sanat dalında görülebilecek bir durumdur ve kaçınılması gerektiği öne sürülebilir ama bir sanat türüne özellikle enstrümantal boyutu bakımından hiç de geri olmayan bir müzik türüne yoz (dejenere) demek, ancak faşizan bir mantaliteyle izah edilebilir. Bu noktada, arabeske ilişkin toplumsal hafızada oluşan olumsuz imajın altında, uzun yıllara dayanan TRT ambargosunun önemli bir faktör olarak yattığını hatırlamak yeterli olacaktır.
Evrenselleşme Koridoru
Başka bir yöne dikkatinizi çekmek istiyorum: Arabesk, geldiğimiz noktada Türk müziğinin evrenselleşme koridorudur. Başka hiçbir müzik türüyle dışa açılmamız mümkün görünmüyor. Ne klasik Türk ya da sanat (aslında saray) müziği ile ne de aranjmanın ötesine bir türlü geçemeyen hafif Batı(!) müziğimizle bu mümkündür. Türk müziğinin evrensel müzik ailesine katılabilmesi ancak arabesk ile ihtimal dâhilinde gözüküyor. Arabeskin neden böyle bir ihtimali diri tuttuğuna dair ileri sürülebilecek en esaslı argümansa, arabeskin çok sesliliği arıyor olmasıdır.
Halk kültüründe “tebliğ” ya da irfan aktarımı öncelikli görüldüğünden, örneğin Türk halk müziğinde güftenin besteye nazaran daha ön planda olduğunu görüyoruz. Oysa arabesk, olması gerektiği gibi enstrümanın teorisinin ve pratiğinin yani bestenin, güfteye göre çok daha baskın olduğu bir karaktere sahiptir. Ek olarak arabeskin doğasındaki coğrafi izlerin Anadolu’yu aşan bir yön taşıdığı söylenebilir. Arabesk müziğe etki eden, İran’dan Yunanistan’a oradan Kuzey Afrika boyunca bütün bir Akdeniz havzasını kuşatan bir etkiden söz ediyorum.
Evrenselliği, salt çok seslilik bağlamında yorumlamak Batıcı bir önyargı gibi görünebilir ve küreselleşme çağında insanları yakalamanın bir yöntemi olarak otantik soundların ayrıksı özelliklerinin bir engel teşkil etmediği ileri sürülebilir. Kuşkusuz mutlak bir üstünlük payesi elde etmesi için müziğin illa belirli bir forma sahip olması gerektiğini iddia etmek tartışmaya açık bir yaklaşımdır. Yine de bu, bir takım genel geçer müzik standartlarını göz ardı etmeyi haklı kılmaz. Müzikte çok sesliliği, yani armoniyi yakalamak zordur. Bunu kıvırabilen bir müzik, başarılı bir müziktir. Müzik türleri arasında (akademik anlamda) bir hiyerarşi varsa ki vardır, gelişmişlik bakımından çok sesliliğin daha üst bir konumda olduğu pekâlâ söylenebilir.
***
İletişim bilimleri ile kültürel çalışmaların ele aldıkları konulardaki ortaklık, bize bir disiplinin sınırları içinde tüm sorularımıza yanıt bulamayacağımızı hatırlatmaktadır. Bu anlamda iletişim bilimlerinin ve kültürel çalışmaların varlığı, disipliner ilişkileri rahatsız ediyor ve disiplinlerarasılık ya tartışmasız kabul görüyor ya da tutucu çevrelerce reddediliyor. Elbette ki bir olguyu anlamak için değişik toplum bilimlerinin bulgularını ilişkilendirirken disiplinlerarasılık adına iç tutarsızlıklara yol açmamaya özen göstermek gerekiyor. Yazıdaki bakış açımızı bu perspektif belirlemiştir.
Platon’un “Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.” dediği söylenir. Avam ve havas ayrımı tarihin bütün devirlerinde olmuştur; toplumsal hiyerarşinin doğurduğu eşitsizlikler yaşandığı sürece de olmayı sürdürecektir. Popüler kültür derken ne illa ki alt seviyede bir kültürden ne de üst seviyede bir kültürden bahsediyoruz. İçselleşmiş, cemaatsel değerlerimizi bulabildiğimiz fenomenleri daha kolay seviyoruz ve popüler kültürü üreten “öncelikle” halkımızdır; kültür endüstrisi değil. Halk ise hissedilen kolektiflikler (etnik, dini, politik, yerel vs.) doğrultusunda durmadan değişen bir toplumsal dayanışmalar dizgesidir.
Öyleyse dizi filmleri, reklamları, bir takım kitapları ya da arabeski sofistike analiz yöntemlerine tâbi tutup bunlarda ne gibi yıkıcı ve yoz içerikler olduğunu teşhir etmek yerine, popüler kültüre yönelen eleştirel enerjiyi, popüler kültür ürünlerinin halka değen ideolojik ve ütopik yanlarını dengeli bir şekilde ele almak için kullanmak daha anlamlı görünüyor. Bu anlamda yüksek kültürle ilgilenmeyi bir tercih sorununa indirgemek ciddi bir haksızlık olur. Kitlelerin yüksek kültürle ilgilenebilmesinin önünde ciddi maddi engeller olduğunu göz ardı edemeyiz. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği bu engellerden ilk akla gelendir.
Bu yazı Yedi İklim Dergisinin 2019 Kasım tarihli 356. sayısında yayımlanmıştır.