Sorulunca Söylenen: Hayvandan neyimiz farklı?! Akıl mı?*
Başlıca nitelikleri aynı olan ya da aralarında yakın benzerlikler bulunan hayvanlar bir “cins”in mensubuyken insan, “şahsiyeti” ölçüsünde insandır… İnsanın eşref-i mahlûkat olma potansiyeli varken hayvanların yoktur…
Malumdur ki hayvan, “hareket edip yer değiştirebilme ve hissetme yeteneği olan canlı yaratık” demektir. Kudemâ, âdemoğlunu diğer canlılardan ayırt etmek için “hayvan-ı natık” yani “konuşan hayvan” tabirini boşuna kullanmamıştır. Zira düşünüp söyleme hassa ve melekesi olan nâtıkanın, yani konuşma yeteneğinin, akıl ile dolaysız bir bağı vardır. Nitekim akıl bakımından belirli bir olgunluğa sahip olamayan konuşamıyor.
Öte yandan insanın aklını ortaya koyma kabiliyeti, dil(ler)i kullanma yetkinliği ile açığa çıkıyor. Simgesel iletişim sistemleri olan dillerin ses, biçimbirim, söz dizimi, mana ve pragmatik unsurların buluşmasıyla oluşan mahiyeti ise son derece karmaşık…
İnsan yavrusunun konuşmak için hem mental hem de fizyolojik aşamalardan geçmesi gerekiyor. Doğduğu andan itibaren -bir engeli yoksa- ses çıkarabilen insan, önce duygularını ilkel biçimde dışa vurmak için, örneğin ağlayarak ya da bağırarak; sonra çevresinden işittiği formatta sesleri taklit ederek konuşmayı öğreniyor. Hayvanların bu ölçekte bir imkânı yok.
Esasında hayvanların nihai gelişimleri, diğer bir deyişle türlerinin gelebileceği son olgunluk noktası bellidir. Çok yetenekli bir koşucu, keskin görüşlü ve kurnaz bir avcı, sürüsünün sosyal bir elemanı, ağır iklim şartlarına direnebilen güç abideleri olsalar da nihayet bir cinsin üyesidirler hayvanlar. Bununla birlikte, aksi yönde tahrik ya da tahrip edilmedikleri müddetçe, doğaya ve doğasına aykırı hareket eden tek bir hayvan da yoktur. Belki sadece bu vasıflarının, hayvanları insanlara göre ayrıcalıklı kıldığı öne sürülebilir.
İnsan, aklını ve duygularını yaradılıştan getirdiği saflığa uygun şekilde olgunlaştırdığı ölçüde hayvandan ayrılır. Burada insan için bir “gelişim” imkânından ve farkından söz ediyorum.
Tabii sadece pragmatik rasyonalizminin insanı diğer hayvanlardan üstün kıldığı söylenemez. Çünkü akıl demek, sorumluluk da demektir. Aklı olmayandan ne bu dünyada hesap sorulur ne de ötekinde…
Makro ölçekte bakıldığında insanlık tarihi, esfel-i sâfilinin sebep olduğu yıkımlarla doludur. İnsan ancak düşünme faaliyetini derinleştirdiği, varoluşunun gerektirdiği sorumluluklarla kuşandığı ve hiç değilse hayvanlar kadar doğayla uyumunu korumaya gayret ettiği ölçüde eşref-i mahlûkat potansiyelini ortaya koyabilir. İşte size hayvanla insan arasındaki en büyük fark…
Peki, yaşadığımız yeni medya çağında rasyonel olan karşısında irrasyonel düşünce ve davranışların yükselişi bir “istila” olarak görülebilir mi? Bir açıdan aksini düşünmek ne mümkün? Öte yandan hakikat sonrası (post truth) davranış ve kabulleri gerçekten nevzuhûr kabul edebilir miyiz?
İnsanlık tarihi egemen ya da egemenlik peşindeki felsefelerin, dinlerin, ideolojilerin ve siyasaların bireyin ve toplumun aklını türlü çeşitli yöntemlerle “kazanma” (baktığınız yere göre; fethetme ya da işgal etme) gayretleriyle yazılmıştır.
Konuya bu pencereden bakınca, liberal aydınların ve medya mensuplarının özellikle sürdürdüğü ve demokrasilerin içine düştüğü krizlere bir müdahale çabası olarak yorumlanabilecek post-truth eleştirilerini daha anlamlı bir yere oturtmak mümkün olabilir sanırım.
Politikacıların ve kanaat önderlerinin irrasyonaliteye başvurması; yalanı ve siyasal tutarsızlıklarını olağanlaştırıp, duyguları tahrik ederek toplumsal hakikatleri çarpıtması yeni bir durum değildir. Belki yeni olan, tıpkı dürüstlük gibi yalancılığın da öğrenilen bir davranış olması bakımından, yalan söylemenin yeni medyanın kanaat oluşturmadaki etkisi ile çok daha güçlü biçimde meşruiyet kazanması ve insanlığa sirayet etmesidir. Dolayısıyla sosyal medyanın, böylesi bir “yanlış bilincin” daha fazla ortaya çıkmasında tetikleyici bir rolü olduğu pekâlâ söylenebilir.
Yalana karşı yaptırımın yeterince olmadığı bir ahir zamandır çağımız… Yeni medya sayesinde yalan söylemenin bireysel, toplumsal ve siyasal olarak hayatı kolaylaştırdığını, hiç değilse eğlenceli hâle getirdiğini her an deneyimlemiyor muyuz?
Evet, toplumsal hafızadaki müşterek yalanları doğuran büyük tarihsel yenilgilere ve kayıplara, faili olunan kıyımlara ilişin suskunluklar her toplum için ve her zaman diliminde söz konusuydu. Belli yönlerden “millî birlik ve beraberliğin” tutkalı olan sürdürülebilir yalanlara dayalı bu suskunluklar, toplumsal sözleşmelerin yazılı olmayan maddeleriydi. Ancak medyanın günümüzdeki yeni hâlleri sayesinde, herkesin gözünün önündeki gerçeklerin (mızrakların) örtbas edilmesi için ihtiyaç duyulan auranın (çuvalların), elbirliğiyle sınırsızca ve hızla yayıldığını görüyoruz. Hakikat sonrasını neredeyse mücadele edilemez bir olgu hâline getiren de zaten bu yayılma hızıdır.
Sosyal medyanın, -son zamanlarda aksi yönde kurgulanmış mecra örnekleri görülmeye başlasa da- genellikle mesajların anonim profillerin ardından ortaya saçılmasına fırsat vermesi; yani yeterince güçlü biçimde beslenen her türden mesajın kaynağının zamanla belirsizleşmesi sayesinde yalanlar, ne amaçla üretildikleri fark etmeksizin yaygınlık kazanabiliyor. Bu berbat tabloya, hiçbir zaman tam manasıyla ölçülemeyecek ve denetlenemeyecek özel mesajlaşmalar üzerinden “yankı fanusları”nda yaygınlaşan yalanları da eklediğimizde, manzara tamamlanıyor.
Peki, bir çözüm yolu var mı?
Doğası ve rolü gereği kültür endüstrisinden sözünü ettiğimiz gidişatın aksi yönde bir beklenti söz konusu olamaz. Neoliberalleştikleri ölçüde cılızlaşan ulus devletlerden de egemen güçlerle paydaşlık kurdukları ölçüde çözüme gerçekçi bir katkı sunamayacak sivil toplum kuruluşlarından da yapısal bir fayda ummanın manası yoktur. Hakikat sonrası yeni normali kırmaya dönük mücadelenin, öncelikle bireysel ve yarı akademik nitelikte dar kolektif çabalarla daha sonra bu çabaların halka halka örgütleyeceği daha bütüncül yeni tip sivil oluşumlarla ve alternatif medya girişimleriyle mümkün olabileceğini umuyorum.
Ne dersiniz, fazla mı iyimserim?
*Soruyu yönelterek verdiği ilham için Pamukkale Üniversitesinden Dr. Osman Çalışkan’a teşekkür ederim.